Bu Blogda Ara

21 Eylül 2012

Türkiye'den Mektuplar 14


Günlük yokuş kotamın sonuncusunu da tırmanmış, “imamın bakkalı” adını verdiğim dükkânın yanına yaklaşmıştım ki Y Bey elinde ufak bir soda şişesiyle kapıdan dışarı çıktı. Beni görünce gülümsedi, ben de “Merhaba Y Bey” diyerek karşılık verdim. İmam olsa da insanlara mesleklerinden dolayı verilen lakaplarla hitap etmeyi sevmem. Resmiyet en zahmetsiz olanı insan ilişkilerinde, öyle sizli bizli konuşmak, beni değil de muallak bir bizi temsil ediyormuş gibi burnu havada laflar etmek... Her zaman için kaçılacak bir tarafı oluyor resmi muhabbetlerin. Seviyorum o yüzden.

-Bu yoldan mı dönüyorsunuz, Ali hocam? Yukarıdaki caminin oradan gelseniz daha kısa olmaz mı?

(Ben ona kendisi imam olduğu halde “hocam” demiyorum ama o bana öğretmen olduğum için “hocam diyor. Kaderin cilvesi işte.)

-Yok, Y Bey. Ölçtüm ben. O yol daha uzun. En kısası bu yol. Bir aydır en az beş farklı yol denedim. En kısa olanın bu olduğuna karar verdim.

-Yok, Ali hocam, ben 30 yıldır burada yaşıyorum. Hatta 30 yıldan da fazla, doğma büyüme bu mahalleliyim ben. Ben bilmeyeceğim de kim bilecek!

-Tamam Y bey, anlıyorum sizin buraların emektar muhkimi (nereden de çıktı bu kelime ağzımdan) olduğunuzu ama ben yolları kronometreyle ölçtüm. Yukarıdan giden yol en az 22 dakika sürüyor, bu yol yavaş yürüsem bile 19 dakikada beni bölümün kapısına ulaştırıyor.

(O arada eklemek isterdim “İnsan otobüs şoförünü izleyerek şoför olamaz.” diye. Bu mahallede 30 yıl yaşarsın ama benim gidip geldiğim yolu bir kere başından sonuna kadar kat etmezsin. Dolayısıyla da bir yerde yaşıyor olmak o yerin her yolunu biliyor olma sanrısını yaratır. Oysa yönlendirilip terbiye edilmemiş deneyim öğretici olmaz. Tıpkı yanında eğitmeni olmadan 30 yıl boyunca kemanla oynayan bir insanın asla keman virtüözü olamayacağı gibi.)

- Nereden gidiyorsunuz böyle? Aşağılardan mı dolanıyorsunuz?

- Evet, dolanarak gidiyorum. Böylece buradan yukarıdaki camiye kadar olan yokuşu çıkmamış oluyorum. Bir de o yokuşun inişinden zaman tasarruf etmiş oluyorum. Caminin etrafında dolanmak da ayrı bir vakit alıyor.

-Anladım. Bence yine de yukarıdaki yol daha kısadır. Siz dolanarak uzatıyorsunuz yolu.

(Ne diyeyim ben şimdi Y Bey’e? Ölçtüm diyorum, kronometre diyorum, bilimsel yöntem diyorum… Yok, bu sonuncusunu demedim. Demem mi gerekiyor? Hem ne önemi var. Böyle gereksiz laflamaları hiç sevmem. Geçen manavda vardı böyle bir muhabbet. Üç adam meyve alacak. Hepsi sanki daha önceden anlaşmış gibi “sıranın önemli olmadığını, herkesin eninde sonunda meyvesini alıp evine gideceğini” söylüyor. Bir defa söylersin anlarım, iki defa söylersin anlarım ama beş dakika boyunca aynı sınırlı kelimeler etrafında aynı muhabbeti yapmanın anlamı ne? Sırf onları haksız çıkarmak için sıradan çıkıp, meyve almadan eve gitmek istedim valla! Neyse, Konu kapansa da şimdi evime gitsem bari.)

-Değil, değil. Ben ölçtüm ve en kısa yolu buldum. Hem de en az yorucu olanı. Toplamda daha az yokuş çıkıp, daha az yoruluyorum.

-Neyse, siz bilirsiniz. Bu arada öğlen eşimiz geldi. Bir şeyler istedi. Nereliydi o?

-Taylandlı.

-Taylandlı mı? Ne güzel, maşallah, maşallah!

-Hmmm

-Eşiniz değil mi?

-Evet. (Ağız mı yokluyor?)

-Mısır unu istemişti. Kalmamış, yarın gelecek dedim. İnşallah anlamıştır.

-“Yarın gelecek” ifadesini anlamıştır. Mısır Unu’nu da iyi anlamışsınız. Sağolun.

(İstemsiz bir taktik uygulaması bu. Durduk yere teşekkür et çünkü teşekkür etmek genelde konuşmaları sonlandırmada etkilidirler.)

- İyi, iyi, güzel konuşuyor. Ne yapıyor burada o?

- Türkçe öğreniyor. Biraz dili öğrensin, iş bakmaya başlar.

- Maşallah, Müslüman oldu değil mi? Tabii sizden görmüştür, olmuştur.

(Hayda, direk damardan girdi adam! Hiç öyle aradan dolanayım, alıştırarak sorayım falan yok! Biz bile eşitlik, adalet kelimelerini ağzımıza almadan kırk takla atıyoruz.)

- Ehm, hımm, oldu gibi. Yani oldu ama takip etmiyor.

-İyi iyi, Müslüman yani. Müslüman adı var mı?

-Yok. Ana-babasının verdiği adı kullanıyor. Böylesi daha iyi. Malum, ana-baba kutsaldır. Onları kırmak doğru olmaz.

(Kutsal kelimesini kullandığım iyi oldu. İmamı kendi silahıyla vurdum.)

-Siz Müslümansınız değil mi?

(Artık frenlemek imkansız. Yokuş aşağı, dört teker ve iki dingil üzeri gidiyoruz. Çarparak dursak bile mutlaka bir şeyleri devireceğiz.)

- Ben de çok dinle ilişkili değilim. Yani bilgim var ama hayatıma uygulamıyorum.

-Müslümansınız ama değil mi?

-Yani, evet de denilebilir hayır da denilebilir.

-Ama Müslümansınız sonuçta?

-Dedim ya işte, bir şeyler var… 

-Müslümansınız işte, elhamdülillah.

-He he, hımmm…

(Yurt dışındayken ne güzeldi. Kimse sormazdı böyle soruları. İnsanların çekinceleri vardı. Dinin insanın özel hayatı olması en azından kabul görmüş bir normdu. İlla soracaksa da cümleye bir özürle başlanırdı. Baktın karşındaki yanıt vermek istemiyor, talep ikinci bir özürle sonlandırılırdı.)

-Aman hocam. Ne diyor Kur’an, Allah nazarında tek din İslam’dır.

(Madem patladı frenler, madem çarpmaktan kurtuluş yok. Ben de dalayım artık bodoslama. Pişmanlık artık garanti, en azından düdüğüm ötsün yeteri kadar.)

- Nazarında demiyor, katında diyor. Pardon, gerçi siz daha iyi bilirsiniz ama! İnneddine indallahül İslam, yani Allah katında yegâne din İslamdır diyor.  

(Kaşınan benim, bu apaçık ortada. Ya da o kabuk bağlamış yarayı kaşıdı, hemen fışkırdı kan. Gerçi çok bilinen bir ayettir bu. Cuma hutbelerinde okunur. Hem Arapça hem de Türkçe olarak.)

*** Sonradan ekleme:  Avrupa Birliği reformları doğrultusunda Türkçesi hutbeden çıkartılmış. Traji-komik geldiği için buraya ekleme ihtiyacı hissettim. Eğer başka dinden insanların üzüleceğinden endişe ediyorsan Arapçasını da okuma. Yok doğru olduğuna inanıyorsan bırak Müslümanlar okunan metnin Türkçesini bilsin. ***   

-Evet hocam, aynen dediğiniz gibi. Geçen gün yutupta bir video izledim. Musevi bir adam, anlatıyor. Musevilik bitmiş diyor, Hristiyanlık bitmiş diyor. Bir tek İslam var diyor. Adam tüm kutsal kitapları okumuş, en sonunda Kur’an’da karar kılmış ve Müslüman olmuş.

(Ben de diyorum, Musevi bir adamı neden izlemiş durup dururken. Adam eskiden Musevi imiş, şimdi Müslüman olmuş. Demek istediğim şey, Musevilik bitmiş diyen adam Musevi değil.)

-Anladım

 (Yavaş yavaş adım atıyorum dükkânın önünden uzaklaşmak için)

-İşte hocam, Kur’an’ın başında diyor zaten. Bu kitap müttakiler için rehberdir diyor.

-Öyle demiyor. Tam olarak, zalikel kitabu la raybe fihi hüden lil müttakiğn diyor. Yani, bu bir kitaptır ki içinde kuşku yoktur ve bu kitap müttakiler için yol göstericidir. Birinci kısım da önemli.

(Benim için birinci kısım kitabın geri kalanını okumamak için iyi bir gerekçe ama Y bey bunu öyle anlamayacak tabii ki. Matematikçiler vardır kitabında hata bulanlara para ödülü teklif ederler. Ben böyle kitapları severim.)

 -Maşallah hocam. Siz de vakıfsınız baya Arapçaya falan.

-Yok, estağfurullah. İşte öyle, sağda solda okumaktan aklımda kalmış.

-İşte hocam. Ben o müttaki kelimesine takıldım en çok. Müttaki benim için arayan demek. Hak dini arayan, araştıran. 

(Bak şimdi. Müttaki günahlardan sakınan demektir. Bazı tefsirciler müttakiyi bu şekilde anlamış olabilirler ama bu durumda da senin sanki kendi düşüncenmiş gibi “ben böyle anlıyorum” demen abes kaçıyor. Bari “bazı alimlere göre” de. Ama yok, bu sefer düşmeyeceğim ağa. Açmayacağım şom ağzımı.)

- Anladım. Benim şimdi gitmem gerekiyor. Sonra görüşürüz.

- Valla hocam, şaşırttınız beni. Arapça’nız var, yurt dışında yaşamışsınız, Tayland’lı bir insanın hidayetine vesile olmuşsunuz.

-Niye canım, sizin Arapçanızın yanında benimkinin lafı mı olur? Koca caminin imamısınız sonuçta.

- Kim, ben mi? Yok Ali bey, ben imam değilim.

-Nasıl ya? Siz aşağıdaki E caminin imamı değil misiniz?

-Yok yok, ben sadece gönüllü temizlik yapıyorum orada. İmam benim yakın akrabam olur.

-Haaa, ben sizi hep imam biliyordum.

-Yok değilim. Ama bizim imam her Cuma akşamı yatsıdan sonra evinde sohbet düzenliyor. İsterseniz, siz de buyurun gelin. Çay içiyoruz, ufak tefek atıştırıyoruz, güzel güzel konuşuyoruz peygamberden, Kur’an’dan, sahabeden.

- Anladım, ben meşgul oluyorum akşamları.

(Ayaküstü adam tebliğ yaptı ya, bravo doğrusu. İşte bu yüzden başarılı oluyor adamlar. Canla başla çalışıyorlar. Bizim özgürlük savunucusu, eşitlikçi arkadaşlar da ya eylemlerde ya da meyhanede. İki ay kadar önce Beyoğlu’nda karşılaştığım Marksist gençlere “Beni etkinliklerinize çağırın. Seve seve gelirim” dedim. Arayan soran olmadı. Belki de ajan olduğumu düşündüler. Adreslerini bilsem ben gideceğim ama verdikleri kağıdı kaybettim.)

- Aman Ali hocam! Akşam yatsıdan sonra ne iş olacak. Gelin buyurun, sohbete kalmazsanız bir çayımızı içersiniz.

(Meşgulüm ifadesi çok hafif kaçtı sanırım. Daha ağır bir bahane bulmalıydım. Annem çok hasta ya da Cuma akşamları Ankara’ya eski karımdan olan çocuğumu görmeye gidiyorum gibi bir şeyler uydurabilirdim. Ama o zaman da yalan söylemiş olacaktım.)

- Yok, ben gelemem büyük bir olasılıkla. Akşamları yorgun oluyorum. Evde dinlenmeyi tercih ediyorum.  

-Valla Ali hocam, dinlenmek için bizim oradan daha iyi bir yer var mı? Çayınızı içerken, ashab-ı kiram’ın hikayelerini dinlersiniz, imam Kur’an’dan seçtiği kıssaları anlatır. Bundan daha güzel bir dinlenme yöntemi bilmiyorum ben.

- Anladım, Y bey. Ben düşüneyim biraz. Konuşuruz sonra. Günde iki kere geçiyorum kapınızın önünden ne de olsa.

(“Ben düşüneyim biraz. Size sonra dönerim.” bildiğim en kibar “hayır” yanıtıdır. Daha ne diyeyim, bilemedim ki! Yolumu mu değiştirsem acaba bundan sonra?. Beni her gördüğünde tebliğe kalkışır mı böyle? Belki de onun cesaretinden ders çıkarmalıyım.)

- İyi o zaman, görüşürüz. Size iyi günler.

-Görüşürüz. Size de iyi günler.

*** Yukarıdaki konuşmanın ufak bir kısmı (karakterler) gerçek, büyük bir kısmı (konuşmalar) kurgu. Olayın gerçek olan kısmı iki gün önce meydana geldi. Eve dönerken, birkaç dakikalığına durup, bakkalın önünde muhabbet ettiğim bakkalın sahibi arkadaş beni Cuma sohbetlerine çağırdı. Hoş sohbet, güler yüzlü, iyi niyetli bir insan. Kurgu kısmı ise şimdi yazarken oluştu. Benim hafakanlarımdan ve gece gündüz kendi kendimle konuşmalarımdan doğdu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder