Bu Blogda Ara

10 Haziran 2012

LAOS NOTLARI 1 - 2.5


Günlerim temizlik yapmakla geçiyor. Ofisteki masamı temizledim, evdeki kutuları, çekmeceleri, masaları taradım tek tek. Atılcakları atıyorum, satılcakları satıyorum, kalanları da çantaya koyuyorum. Fakat temizlik eşyalarla bitmiyor. Bilgisayarı da temizlemek gerekiyor. Neredeyse son dört yıldır kullandığım bilgisayardaki kişisel dosyaları silerken pekçok eski resme, şiire, yazıya rastlıyor insan. Kıyıda köşede unutulmuş bir çantadan çıkan eski eşyalar gibi hüzünlendiriyor bu elektronik dosyalar insanı. 

Aşağıdaki yazıyı 2005 yılında, o zamanlar Tayland'da çıkardığım Yaprak dergisinin sekizinci sayısı için yazmışım. Sekizinci sayıyı asla basamadık ama gönderilen yazılar halen bir klasörde duruyorlar. Notların birinci ve ikinci bölümleri tam olarak yazılmış ama üçüncü bölüm nedense yarım kalmış. Sonrasında da yazmamışım. Bu yüzden başlık "Laos Notları 1 - 2.5".  

Noktasına, virgülüne dokunmadan, 7 yıl önceki Ali Rıza'ya selam göndererek yayınlıyorum yazıyı. 

Saygılar,
                                         

 LAOS NOTLARI – 1

           
Zannediyordum ki yataklı kompartımanda gideceğiz! Zannediyordum ki trenin tüm gürültüsüne rağmen sabaha kadar fosur fosur uyuyabileceğiz! Zannediyordum ki trenler otobüslere göre daha dakik ve daha güvenlidirler! Hatta, zannediyordum ki trenlerde servis daha iyidir! Bütün bu zanlarımda yanıldığımı anlamam uzun sürmedi. Akşam dokuzu çeyrek geçe –45 dakika geç geldi- trene bindiğimizde etrafta yatak falan göremeyince sordum eşime yanlış vagona girip girmediğimizi. ‘Hayır’ dedi, ‘doğru vagondayız!’ Biletteki numaraların üzerinde yazdığı iki koltuk bulup oturduk. İçersi buz gibiydi. Dışarda ayakta durunca terliyordum oysa. Klimanın soğuttuğu vagonun camlarına parmaklarınızla yazı yazabilirdiniz dışardan. Koltuklara oturduktan bir kaç dakika sonra tren harekete geçti. Zaten geç gelen trenin daha da gecikmesi en son istediğim şeydi. Soğuktan titreye titreye –üzerimde sadece incecik ketenden bir Tayland gömleği vardı- koltuğa büzüldüm. Çantada getirdiğim Nedim Gürsel’in İzler ve Gölgeler adlı anı kitabı var. Geçen hafta Fatma Özdirek hanım getirmişdi. Sağolsun, Bangkok’a gelirken yarım düzine kitap, bir o kadar da dergi ile gelmiş. Sayesinde Türkçe kitap okumaya tekrar başladım. Nedim Gürsel, gezip gördüğü kentleri –genelde Avrupa ve Rusya kentleri-  hem o kentlerde daha önce yaşamış ya da halen yaşayan yazarların gözüyle hem de kendi gözüyle inceliyordu kitabında. Prag’da Kafka’yı, İstanbul’da Piyer Loti’yi, Petersburg’da Dostoyevsky’yi, Brüksel’de Baudelaire’yi anıyor uzun denemelerinde... Ben nedense kitaba en sondan, İstanbul ve Piyer Loti’den başlıyorum. Aklıma İstanbul’un martıları geliyor. Gri bir gökyüzünde süzülerek uçan beyaz martılar sanırım İstanbul’a ait özlediğim çok şeyden sadece birisi... Çantaya tekrar bakıp not almak için yanıma aldığım defterin boş sayfalarını karıştırıyorum. O ana kadar olanları kısa başlıklar halinde not ediyorum. Sonra kitaba dönüyorum...

Ne zaman bir yolculuğa çıksam, gideceğim yerlerde göreceklerimden çok  öğreneceklerimin telaşı sarar beni. Farklı insanların ve farklı kültürlerin mutlaka dışardan gelen bir yabancıya verecekleri çok şeyler vardır. Kalem ve kağıdın önemi burada. Unutmaya karşı önlem! Fakat asıl düşmanım olan tenbelliğe karşı bir önlem almış değilim. Acaba bu defteri doldurabilecek miyim dört günde? Büyük bir olasılıkla tenbellik tarafım ağır basacak ve defter bir tarafa ben bir tarafa gideceğiz yolculuk boyunca. Onu çantada unutup kendi dünyamda gezineceğim. Geri döndüğümde de gözlerimi kısıp, neler olduğunu anımsamaya çalışarak kısa bir yazı yazacağım ve kendimi tatmin edeceğim. Hiç yazmamış olmaktan iyidir deyip bir de kendimi haklı çıkaracak bahaneler uyduracağım... Gerisi zaten kısır döngü.

Tren harekete geçtikten 10 dakika kadar sonra vagondaki görevli genç insanlara havluyu andıran bir battaniye dağıttı. Ben iki tane aldım ne olur ne olmaz diye. İyiki de iki tane almışım. Biri ile bacaklarımı, diğeri ile gövdemi ve yukarsını kapattım. Yine de üşüyordum.... Benim gibi İstanbul’da doğup büyümüş bir insan bu kadar üşürse bir de hayatlarında soğuk nedir bilmeyen Tayland’lılar ne kadar üşür aklım almadı! İnsanların hiçbirisi soğuktan rahatsız olmuş görünmüyordu. Yanımda uyuyan eşim bile umursamıyordu soğuğu. Ben sesten ve soğuktan rahatsız olduğumu kimseye söyleyemiyordum. Elimdeki kitaba geri döndüm. Piyer Loti’nin İstanbul’unda ya da Raskolnikov’un Sen Petersburg’unda gezinirken üşümemek ayıp olurdu zaten. Oysa tren ne İstanbul’a ne de Sen Petersburg’a gidiyordu. Basbayağı, Tayland’ın Laos sınırındakı kente, Nong Kay’a gidiyorduk. Oradan da tuk tuk ile sınıra, pasaport işlemlerinden sonra da otobüsle Mekong üzerine inşa edilen Tayland-Laos Dostluk köprüsünden geçip, sabah erkenden Laos’un başkenti olan Viencan’a varacaktık.

Vien Can’a İngilizce’de ‘Vientiane’ deniyor ama Taylandlılar ‘Viençan’diyor. Laos’lular da kendi kentlerini ‘Viençan’ diye çağırıyorlar.  Benzer bir fark Kamboçya’da da var! İngilizcesi ‘Cambodia’ olan ülkeye Taylandlılar ‘Kampuçya’ diyorlar. Taylandlıların ‘Kampuçya’sı bizim ‘Kamboçya’ya, İngilizlerin ‘Cambodia’sından daha yakın. Bu yüzden, İngilizlerin ‘Vientiane’ dedikleri kenti ben Taylandlıların verdiği isimle çağırmayı uygun buluyorum. Hem söylemesi daha kolay hem de kentin sahiplerinin verdiği ada daha yakın.

Planlarıma göre sabah altı’da Nong Kay’da olacaktık. Oysa durum hiç de öyle göstermiyordu. Tren zırt pırt duruyor, her durduğu yerde neredeyse yarım saat bekliyordu. Durumu iyimserliğe verip, bu duraklamaların normal olduğunu, zaten bilette yazan ‘varış saatinin’ bu duraklamalar hesaba katılarak yazıldığını düşünmeye kendimi zorluyor, aksini aklıma getirmemeye çalışıyordum. Bütün bunlara rağmen tren hareket etmediği zamanlarda çıkardığı garip bir gürültü vardı ki bazen gürültüyü kafamda yarattığımı düşünüyordum. Vagonda ışıklar açıktı ve benden başka herkes uyuyordu. Gürültü dayanılmazdı! Ben kafamı bir sağa bir sola çeviriyor, açılan yerlerimden giren soğuk hava dalgalarını engellemek için oramı buramı çekiştiriyor, bir türlü gözlerimi kapatıp, herkesin saatler önce dalıp gittiği o mavi beyazlığa ulaşamıyordum. Sabaha kadar uyku ile uyanıklık arasında gidip gelmeyi hayal ederek –zaten yolculuklarda derin bir uykuyu kimse ummaz-  , uyanık bir şekilde bekledim. Sabah olduğunda tren durdu. Ben saate baktım. Saat altı idi. Vardık diye seviniyordum. Yanımda derin bir uykudan uyanmış gibi esneyen eşim Nong Kay’a değil de Udon’a vardığımızı, Nong Kay’a daha çok olduğunu söyledi. Tren kafama düşmüş gibi oldum. Eğer saat 12’den önce Viençan’daki Tayland Elçiliğine ulaşamazsam fazladan bir gün harcamam gerekecekti Laos’da. Benim için sorun Laos’da fazladan gün harcamak değildi. Laos’a gidişimin nedeni vizemi yenilemekti. Bunu iki okul günü, öğrencileri matematik derslerinden mahrum bırakma pahasına yapıyordum. Okulda matematik dersine girecek başka öğretmen olmadığı için Filipinli beden eğitimi koçları girecekti benim derslerime. Sırf öğrencilerin yaramazlıklarını engellemek için yapılan bu işlem beni hiç de tatmin etmiyordu. Düşünsenize bir kere ne yapabilir bir Tekvando öğretmeni Matematik dersinde? Bir an önce vizemi alıp, derslerime ve öğrencilerime dönmek istiyordum. Laos’da göreceklerimin yanımda kâr kalacağı bir gerçekti ama tüm bunlar asıl amacımdan sapmam için bahane teşkil edemezdi.

Udon’da tren değiştirmemiz gerektiğini öğrendik. Zırt pırt duran ve her durduğu yerde bir ileri bir geri gidip, korkunç bir gürültü eşliğinde zorlukla harekete geçen yorgun trenimizden inip başka birine bindik. Tren değiştirirken fırsattan istifade edip, istasyonda satılan mangalda kızartılmış  tavuklardan ve yapışkan pilavdan aldım. İkinci trene bindiğimizde keyfim yerinde idi. Sıcak pirinç lokmaları mideme indikçe içim ısındı. Tek eksiğim somtam salatası idi ama onu göremedim. Hem sabah sabah somtam yersem midemi berbat edebilirdim. İkinci trenin birincisine göre avantajları vardı. Öncelikle kliması yoktu ve pencereleri açılabiliyordu. Durduktan sonra tekrar kalkması için iki km’lik yarıçap içersindeki tüm köylüleri uyandırmak zorunda da kalmıyordu. Camı açtım, bir elimde pilav lokmaları, bir elimde tavuk parçaları, yeşil pirinç tarlaları arasında ilerleyen trenin ritmine kendimi kaptırıp kısa bir uykuya daldım. Neyse ki uyandığımda Nong Kay’a çok az kalmıştı. Trenin camından bakarken, uyumadan önce anımsayabildiğim iki şey vardı. İri inekler ve bir küçük cami. Tayland’ın bu kısmında müslümanların olduğunu hiç tahmin etmezdim. İneğe gelince, İsan taraflarında görmeye alıştığım cılız ineklere hiç benzemiyordu. Aklıma Taksin hükümetinin Tarım Bakanının çiftçilere verdiği  söz geldi. Tarım bakanı çiftçilere bir milyon Avustralya ineği vereceğim demiş. Haberi duyan Avustralya hükümeti bizde o kadar inek yok deyince bakanın foyası ortaya çıktı. Sonra bakan lafı değiştirip, inekten kastının damızlık ineklerin –öküzlerin- spermleri olduğunu söyledi. Gazeteciler de alay ediyorlardı hükümetin politikası ile: ‘İnekler tükenirse kanguru alırız... Mühim olan bir şeyler yapmış olmak değil mi?’  Avustralya’dan Tayland’a hiç inek geldi mi bilmiyorum ama bu gördüğüm inekler Tayland’ın çamurlu pirinç tarlalarında çalışmaktan ve çamur banyosu yapmaktan başka bir iş yapmayan ineklere hiç benzemiyorlardı. Daha çok et ve süt için beslenen ineklere benziyorlardı... Bir de arkalarında koşuşan buzağılar vardı ki bana hemen köyümü hatırlattılar. Yirmi senedir gitmediğim ama bu yaz gitmeyi planladığım köyümü...

Saat dokuz buçukda vardık Nong Kay’a. Hemen bir Tuktuk’a binip köprünün bir başına geldik. Tayland’dan çıkmamız zor olmadı. Pasaportlara gerekli mühürleri vurdurduktan sonra köprüden bizi karşıya geçirecek olan otobüsü beklemeye başladık. Etraf turist kaynıyordu. Bir de Laos’dan günlük vizelerle Tayland’a girmiş Laoslu vatandaşlar vardı durakta. İki otobüs aynı anda gelince önce gelen önce gider deyip öndekine bindik. Arkadaki önce gitti. Önce gelen ne hikmetse 10 dakika geç çıktı yola... Zaten yol dediğim de 2 dakika ya sürüyor ya sürmüyor... Yürüsem deseniz 15 dakika sürer ama yürümeye izin vermezler. Ne de olsa bir ülkeden başka bir ülkeye gidiyorsunuz. Nehrin bu tarafı Tayland, karşı tarafı Laos... Nasıl olmuş da bu nehir tam sınır boyunca kilometrelerce ilerlemiş diye saçma bir soru soruyorum eşime. -Bu soru aslında "petrol istasyonu işletenler nasıl oluyor da şehrin hangi caddesinin hengi noktasında petrol çıkacağını bilip, oraya işletmelerini açıyorlar?" sorusunun bir versiyonudur.- Anlamamış gibi yüzüme bakıyor. Ben de kendi esprime kendim gülüp geçiyorum. Hatta bu espriden yola çıkarak felsefi bie eleştiri bile ortaya konulabileceğini düşünüyorum. Biraz sonra Laos’a vardığımızın ilk kanıtı köprüyü geçer geçmez kendini belli etti. Otobüs köprü biter bitmez şerit değiştirip arabayı yolun sağından kullanmaya başladı. İngiltere’den Fransa’ya gelmiş gibi olduk. Artık Laos’a varmıştık. Saat 10’u yeni geçmişti. Otobüs durdu, herkes indi. Bir an önce vize işlemlerini halledip, en hızlı şekilde Viençan’a, Tayland Elçiliğine ulaşmam gerekiyordu. Oysa bu işler hiç de öyle göründüğü gibi basit olmuyorlardı....

                                                Bir sonraki bölüm: Gassalın elindeki meyyit

                                   
LAOS NOTLARI 2

 Köprüyü geçer geçmez farkına vardığım tek şey otobüsün şerit değiştirmesi değildi. Ufak ufak da olsa yağmur damlaları otobüsün camlarını ıslatmıştı bile. Ne zaman yeni bir ülkeye gitsem beni ilk karşılayan şey yağmur oluyor. İnsan yeni bir mekana giti mi o yeri ıslanma korkusu olmaksızın, üşümeksizin, rahat rahat temaşa etmek ister. Türkiye’den Bangkok’a geldiğim gün Bangkok’a yağmur yağıyordu. Uçakta yağmur haberini öğrenince canım çok sıkılmıştı. Daha sonra Singapur’a gittiğim gün de yağmur yağmıştı. Elimde çanta ile bir arkadaşın çalıştığı alışveriş merkezini ararken sırılsıklam olmuştum. Kamboçya’ya gittiğim gün yağmur yağmamıştı ama gitmeden önce yağan yağmurun yarattığı sellerle boğuşmuştuk yol boyunca. Ayrıca Phenom Phen’e vardığım günün akşamı fırtına çıkmıştı. Benim fırtına dediğime bakmayın! Orada sıradanmış böyle bir yağmur ve ardından gelenler –ya da gidenler!-. Asıl unutamadığım yağmur ise bir yıl çalıştıktan sonra Çang May’dan Bangkok’a taşındığım gün ince ince yağan, sadece elbiselerimi değil, aynı zamanda yüreğimi de ıslatan yağmurdu. Yalnızdım, hem de bütünüyle yalnız... Pazar sabahı Sukhumvit yolunda tek başıma yürüyor, kalacak otel ya da pansiyon arıyordum. Yağmur hafif hafif yağıyor, benim yalnızlığımdan ve çaresizliğimden istifade ediyordu. Bir otel bulup, eşyalarımı odaya attığımda da canımın sıkıntısı gitmemişti. Çünkü yağmur tam bir hafta aralıksız sürmüş, ben Bangkok’da pek de alışık olmadığım gri gökyüzünün altında odamdan çıkıp iş arayacağıma, odamda kalıp Poe’nun karamsar öykülerini okumuştum... Yalnızlık, terkettiğim kentten kalan suçluluk duygusu ve umutsuzluğa bir de günlerce süren kapalı hava eklenince, o kadar bunalmıştım ki basit bir şiir bile yazmıştım o zamanlar Türkiye’de yaşayan –şimdi Amerika’da- bir dostun,  Türkiye’ye dön, kurtul çağrısına yanıt olarak:

Dost

Kutbeddinim,

Apostrofsuz iyelik eklerini hak eden dostum benim...

Yüreği cam gibi kırılgan, gözleri baldan tatlı anlayanım benim,
Ne diyeyim sana bilmem ki!
Yaşıyorum işte burada yalnız, başı bulanık ve içimde bir yığın pasak
Şikayetçi değilimdir yaşıyor olmaktan yıldızlardan ve kendimden uzak
Okudunsa yazıyı sonuna kadar anlamışsındır derdimin ne olduğunu
Mücadele etmek ve kazanmak istiyordur yüreğimin biricik kuşu
Bırak da savaşayım şu dünyanın çirkefiyle bir başıma
Bırak da öğreneyim ayakta durmayı kendi başıma
Henüz iş bulmuş değilim Bangkok’da
Henüz aramaklardayım, yani yoldayım eski tabirle
Bulamazsam oradayım bir ay içinde tasa etme
Gölgeler vadisinde buluşacağız eskisi gibi yeniden
Yürüyeceğiz aşağı doğru İstiklal Caddesinden
Öyle içli şeyler yazma da beni dağidar eyleme n’olur
Bu şehirde duasız kalırsa en büyük balık bile boğulur.
Bana bir şans ver yüzebilmem için büyük denizlerde
Kaybolmak üzereyim derinleşerek kendimde
Gözüm ileriyi görmese bile yine de umutluyum
Toprak, rüzgar, ateş ve su
Suçluyum…
                                                                     16 Mart 2001 / Bangkok / Otel Odası

Vize işlemleri sandığımdan da kısa sürüyor. Kazık yemiş olmanın getirdiği yeniklik duygusunu bile önemsemiyorum. Vize 30 Amerikan Doları ama eğer ücreti Baht olarak ödüyorsanız 1500 Baht ödemeniz gerekiyor. Bu durumda vizenin fiyatı 37.5 dolara geliyor. Ayrıca üzerimde iki resim olduğu ve resimlere Viençan’da gereksinim duyacağımı bildiğim için resim vermiyorum. Bu yüzden 1 dolar (Yine üzerimde Dolar olmadığı için 1.25 Dolar değerinde 50 Baht) daha kesiyorlar. Bir de 10 Baht bozukluk bulamadıkları için para üstü verirken 10 Baht az veriyorlar. Bütün bu kazıkları görmezlikten geliyorum. Koşa koşa sınıra gidiyorum. Kapıdaki görevliye pasaportumdaki mührü gösteriyorum. Caruvan’ı oradaki bir banka oturmuş, beni bekliyor halde buluyorum. Tayland vatandaşları için ne resim gerekiyor ne de para! Sadece ayak bastı parası olarak 10 Baht (0.25 Dolar) alıyorlar. Eşimden 156 kat daha pahalı olduğum için, bunun gururu ile Laos topraklarında yürümeye başlıyorum...

Pek çok diğer Asya ülkesinde olduğu gibi Laos’da da bir yığın taksi ve tuktuk şoförü sınırın ağzında bekliyorlar. Yağmur ise şiddetini arttırarak yağmaya devam ediyor. Yolcu bekleyen ufak bir kamyonet –üstü kapatılmış ve arkasına boylamasına iki oturak konmuş bir eski toplu taşıma aracı- var ama daha ne kadar bekleyeceğini bilmediğimiz için taksiye binmeye karar veriyoruz. Orta yaşlı bir adam Tayca konuşarak nereye gitmek istediğimizi soruyor. Tayland Büyükelçiliğine gideceğimizi söyleyince, hemen ben götüreyim diyor. Yaklaşık 20 kilometrelik yol için 200 Baht’a anlaşıyoruz. Arabasını henüz görmediğimiz için durumdan hoşnutuz. Diğer şoförlerin arasından yürürken herkesin bize bakıp güldüğünü farkettik ama buna bir anlam veremedik. Sonunda arabanın yanına vardığımızda onca şoförün niye alaycı bakışlarla bizi süzdüklerini  anlayabildik.

Bineceğimiz araba en az otuz yaşında, kapıları açılmayan, silecekleri olmayan, nasıl gittiğini bile çözemediğim bir Toyota idi. Tayland’da benim kullandığım araba da Toyota olduğu için midir bilmem, arabaya da şoföre de güvendim. Şoförümüz söylene söylene açtı kapıları. Bu sefer benim tarafımdaki kapı kapanmıyordu. Şoförümüz ‘elinle tut’ dedi, ‘zaten çok uzun sürmez yol.’ Arabanın acayiplikleri saymakla bitmezdi.  Silecekleri olmadığı için yağmurdan bulanıklaşan ön camı pencereden elini uzatarak siliyordu. Kendi kapısı da kapanmadığı için kapının ağzına bir çaput sıkıştırmıştı. Caruvan’ın tarafındaki cam düşmesin diye cam ile kapı arasına tornavida sokmuştu. Ayrıca arabanın dikiz aynası yoktu. Uyduruk bir aynayı –tümsek ayna değil, düz ayna- arabanın sol tarafına yapıştırmış, onunla idare ediyordu. Bütün bu eksikliklere gülüp geçebilirdik eğer araba pürüzsüz gidebilseydi. Oysa daha birkaç kilometre gittikten sonra araba durdu. Şoför acele acele indi arabadan, ön kaputu açtı, bir şeyler yaptı ve tekrar arabaya döndü. Tamam, araba çalışıyordu... O zaman anladım arabanın içindeki gaz kokusunun nereden geldiğini. Şoförümüz her arabadan çıktığında eline bir hortum alıp, bu hortum sayesinde benzin deposundan motora ağzıyla benzin çekip, motorun devir yapmasını sağlıyordu. İçerdeki gaz kokusunun kaynağı ise ikide bir tükürüp ağzını sildiği bez parçaları idi. Ayrıca, arabanın zemini yağlı ve kirli idi. Buna rağmen halen gittiğimiz için mutlu ve umutluyduk. Gülüp geçiyorduk şoförümüzün bizi elçiliğe yetiştirme pahasına yaptıklarına. Oysa araba toplam dört defa durdu elçiliğe varana kadar. Şoför her seferinde elinde kirli hortumuyla çıkıyor, sonra da tüküre tüküre geri dönüyordu. Son sefer durduğunda el freni kendi kendine boşaldı ve araba yokuş aşağı hareket etmeye başladı. Neyse ki yollar boş! Araba gitse sorun değil ama biz içindeyiz! Onun yüreği ağzına geldi, ben ise gülüyordum halimize... Biz arabanın arka koltuğunda oturmuş olanları izlerken, kendimizi ‘gassalın elindeki meyyit’ gibi hissediyorduk. Arabadan insek nereye gideceğimizi bilemiyorduk. Yollarda pek öyle taşıt yoktu. Ayrıca yağmur ciddi bir biçimde bastırmıştı. Bu durumda şoförümüzün ellerinde idik. O kendinden emin bir biçimde bizi saat 12’den önce elçiliğe ulaştıracağını söylüyordu. Bu arada bize bir faydası da oldu: Bizi önce fotokopici dükkanına götürüp, pasaportumu kopye etmemi söyledi. Gerçekten de daha önce yapmadığım bu işlem yüzünden herşey yanabilirdi. Onun sayesinde elçilikte sorun yaşamadım. Sonunda, gaz kokan, kapıları kapanmayan, vitesi her değiştirdiğinde yine duracak diye ödümü koparan bu antik araba bizi elçiliğin kapısının önüne saat 11:30 civarı bıraktı. Şoförüme sözünde durduğu için teşekkür ettim. Oysa fazlasını hak ediyordu. Ekmek parası için bunca zahmete katlanan, ağzı gaz kokan, elleri yağlı, yüzü temiz bu emektar adama saygı duymaktan başka bir şey yapamazdım. Ona parasını verdim. Yine de aklıma geldikçe gülesim geliyor benim ve eşimin arabadaki halimiz. Öyle değil mi? Böyle bir taksi ve böylesine dört dörtlük bir hizmeti başka nerede bulabilirsiniz?

Elçiliğe varınca hemen işlemlerimi halletmek için sıraya giriyorum. Belgelerimi veriyorum. Görevli pasaportumun fotokopisini istiyor. Benden bir önceki adamın yağmurda koşa koşa fotokopiciye gittiğini görünce şoförüme bir defa daha teşekkür ediyorum içimden. Belgeleri eksiksiz olarak teslim edip, Pazartesi öğleden sonra tekrar gelmek üzere elçilikten ayrılıyorum. Tayland’daki cep telefonu şebekesi taksinin içindeyken çalışıyordu ama elçiliğe gelince kayboldu. Laos’da yaşayan dostum Serdar’ı aramak istiyorum ama bir türlü şebekeye ulaşamıyorum. Islanmış ve üşümüş bir halde bulduğumuz ilk otele gidip sıcak suyla duş alıncaya kadar her ikimiz için de hayat duruyor. Otel, asansörü olmayan, beş ya da altı katlı, Tayland'dan çok Hindistan'ı hatırlatan yapısıyla, karanlık bir yer. Daha girişte yeterli ışık olmadığı için insanın içine olur olmaz duygular bırakıyor. Duş alıp, üzerimizi değiştirdikten sonra resepsiyona inip, otelin telefonunu kullanarak Serdar’ı tekrar arıyorum. Sonunda telefonda konuşabiliyoruz. O da bizi almaya elçiliğe gitmiş ama bulamamış. Yağmur yağdığı için de çaresiz benim telefonumu bekliyormuş. Ona oteli tarif ediyorum. Daha doğrusu otel görevlilerine tarif ettiriyorum. O gelene kadar da otelin lobisindeki yaşlı bir İngilizle kısa bir muhabbet ediyorum. Adam İngiltere’de emekli olunca Tayland’a taşınmış. İsan taraflarında köylü bir kadınla evlenmiş. İngiltereden aldığı emekli maaşı ile hem kendisini hem de köylü karısını gül gibi geçindiriyormuş. Laos’a da süresi biten vizesini yenilemek için gelmiş. Gençliğinde Türkiye’ye gitmişmiş... Antalya’yı, Efes’i anımsayabiliyor... Daha sonra benim işimden, yaşadığım kentten, eşimden konuşuyoruz. Caruvan da bir ara gelip yaşlı dostumuza merhaba diyor. Serdar otelin kapısının önünde belirdiğinde yaşlı adamla olan muhabbetimiz yarıda kalıyor. Serdarla kucaklaşıp hasret gideriyoruz. Uzun bir günün başladığının ilk izleri yavaş yavaş zihnimde beliriyor.



                              Bir sonraki bölüm: Yağmur, yağmur ve yine yağmur...                                        
Serdarla birlikte Cuma namazı kılmaya gidiyoruz. Viençan’da toplam iki tane cami varmış. Cemaatin hemen hepsi Hindistan göçmeni. Bir kısmı da Pol Pot zamanında Kamboçya’dan kaçıp gelmişler. Camide namazdan sonra bisküvi türünden yiyecekler dağıtıyorlar. Eski bir geleneğin –Cuma’dan sonra topluca yemek yemek-  modern ve pratik hali olsa gerek. Ananaslı bisküvilerden bir kaç tane alıp camiden çıkıyoruz. Caminin olduğu yer asfalt değil, yerler hafif çamurlu. Aklıma küçüklüğümde gittiğim Baltalimanı camisi geliyor. Su birikintilerine basmadan, hoplaya zıplaya sokağın başına varıyoruz. Orada Serdar bir Tuk tuk çeviriyor.

Biz tuk tuka bindikten az sonra iki tane genç kız biniyor. Kızlar tuktukun uç kısmına oturuyorlar. O sırada yağmurdan dolayı sızdıran tavandan dökülen damlalar beni ıslatıyor. Damlalardan kaçayım derken daha çok ıslanıyorum. En sonunda bacaklarımı açıp, damlaların dizlerimin arasından tuk tukun zeminine ulaşmalarını sağlıyorum. Bu arada iki genç kızın bana bakıp güldüklerini fark ediyorum. Asya’da ne zaman bir ülkeye gitsem –hatta ne zaman yeni bir sınıfa ders anlatsam- muhatap olduğum insanlar beni İngiliz komedi oyuncusu Mr. Bean’a benzetiyorlar. Sanırım bu iki kız da aynı noktaya takılmışlardı. Burnuma bakıp gülüyorlar, aralarında fısıldaşıyorlar, kıkırdaşıp duruyorlardı. Ben ise nasıl tepki göstereceğimi bilemeden Serdar ile konuşmaya çalışıyordum. Serdar onlarla Laos’ca konuştu. Vietnam’lıymışlar. Bana bakıp gülmelerinin nedeni de tahmin ettiğim gibi burnum imiş. Kızlarla konuşup burnumun sahip olduğum tek maharet olmadığını anlatmak istiyorum ama dillerini bilmiyorum. Hem anlatsam ne olacak! Bulmuşlar eğlencelerini, bırak da eğlensinler! Ayrıca kızcağızların bakıp bakıp gülmekten durdukları yok. Bu halde ineceğimiz yere varıncaya kadar gidiyoruz. Tuk tuktan inerken el sallıyorum. Onlar halen gülüyorlar.

 Tekrar otele döndüğümüzde Serdar otelden çıkmamız, onun evinde misafir olmamız için ısrar ediyor. Caruvan’ı zorla ikna edip   –Taylandlıların genel özelliklerinden birisidir. Bir yere gidince dostta, akrabada kalmazlar bizim gibi. Otelleri, yalnızlığı, bireyselliği tercih ederler... Oysa bir dostun sıcak ikliminde bulunmak, sıcak muhabbetler etmek, birlikte bir şeyler yapabilmek azımsanacak şeyler değildir bizim kültürümüzde... – otele bir gecelik ücretin yarısını ödeyip Serdar’ın ve Engin’in birlikte kaldıkları büyük eve gidiyoruz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder